subota, 21. srpnja 2012.

Muge Iplikci - Istanbul


KIRMIZI TOP
(Crvena loptica)

O melek yüzlü oğlan. Kafamı o karıştırıyor. O ve arkadaşları, ellerinde bir top, sürekli havaya atıp duruyorlar onu. Top yere düşmemeli, denize çarpmamalı. Oyunun esası bu. Picigin. Her çarpış ise yeniden başlanılan bir oyuna gebe. Oyuncular aynı kalsa da, ki bazen onlar bile değişiyor çünkü hava çok sıcak, her düşüşten sonra açılan yeni bir sayfada yeni bir öykü mevcut. Her seferinde yeniden anlatılacak olan, yeniden   kurulacak, yeniden başlanacak! Kırmızı bir topla birlikte protez bir bacağı takip ediyor zihnim.
Gökyüzünden bulunduğum yere doğru inen bu top neyin nesi şimdi ? Hangi kıyı bu? Marmara Adası’nda mıyım, Split’teki o geniş kıyıda Bacvice’de miyim? Çocukluğum mu, kadınlığım mı? Birileri bağrışıyor: ‘Haydi topu tut yahu, haydi!’ Bu kafa karışıklığına neden olansa karşımdaki şu denize sarınmış olan tablo. Her yer deniz. Kıyı sadece ince bir çizgi olarak kenara sıkışmış, sakince duruyor. Varılan her kıyının beklediği, umduğu bir karşı kıyı vardır. Bu seferkinin BEKLEDİĞİ KİM? Yaşamla ölüm arasında gidip geldiğime göre, karşı kıyı olsa olsa...
Ölmek istemiyorum. Ölmek istemiyorum işte!
Top hızla üzerime doğru geliyor. Kaçamıyorum.
“Biraz rahatlamaya çalışın artık” diyor doktor. “Doğru yerdesiniz merak etmeyin.”
Sakince durup beklediğimi sanıyordum oysa! Doktor şefkatle bana seslenmeye devam ediyor: “Gevşemeye çalışın.” Sonra oyun başlıyor. “Beyin kanaması geçiriyorsunuz!” Sesi çok net. Anlayışlı ve yakın olmaya çalışan bir ses. Günlerdir baş ağrılarıyla yaşadığım kabusun son aşamasındayım demek ki. Aklım nedense onun sözlerinde değil, az önce verdikleri gevşetici sayesinde zihnimde gezinen o melek yüzlü oğlanda. Onun ve arkadaşlarının sürekli suya atladığı kıyıda. Bir de...
“Ölecek miyim?”
İçinde bulunduğum odada bana hem bir kıyıyı hem de kıyıdaki oğlanları hatırlatan şu tablonun oyunu bu. Sorudaki kaybolmuşluğum. Tablodaki o sahil yüzünden! O tablonun kara kalem çalışılmış olmasından, ak ve karalığından. Ölecek olmamdan değil ölüme hazır olmamamdan da.
“Ölümü düşünmeyin şimdi. Küçük sayılabilecek bir kan pıhtısı olabilir. Onu, nasıl desem, kırmızı bir top olarak düşünün !” diye mırıldanıyor doktor.
Genç çocukların kahkahaları şakaklarımda dolaşıyor. Ses olarak değil rüzgâr olarak.
Bir şeyler mırıldanıyorum. “Anlıyorum” gibisinden şeyler. Yine de tam olarak ne dediğimi ben bile anlamış değilim!
Açık olan bir şey var. Galiba gidiciyim!
Bu cümle içime tuhaf bir huzur veriyor. Doktorun sözlerindeki tınıya değil, o kan pıhtısının yuvarlaklığına dalıp gidiyorum.
“Kırmızı bir top,” diye tekrarlıyorum onu, kendimi biraz daha toparlamaya çalışarak.
Geçmişin içinden bir kırmızı top sekerek üzerime geliyor.
O geçmişte yaşlı bir adamın eski bir kıyıda attığı topu tutamayışımı seyrediyorum aval aval. Top üstümden geçip gidiyor. Biraz ilerde, o muhteşem kumsalda anneannem var. ‘İkiz tepeler’ diye dalga geçtiğimiz siyah afili mayosuna sakladığı memeleri ve beyaz boyacı şapkasıyla tıknefes kalmış soluğunu sakinleştirmeye çalışıyor. Az önce Marmara’nın pırıltılı sularında yüzme yarışı yaptık onunla. Benim gibi annesi babası ayrı, yalnız bir toruna her anı dolu dolu geçirmesi için peş peşe numaralar sıralamaktan vazgeçmiyorlar, o ve dedem. Dedemin bir ayağı felçli, zor yürüyor; anneannem nefes darlığı çekiyor ama kimin umurunda! Biri bitiriyor oyunu, diğeri devreye giriyor. On üç yaşındayım. ‘Haydi tut şu kırmızı topu bu sefer!’ diye bağırıyor dedem.
“Evet kırmızı bir top. Ama artık konuşmayın!” diyor doktor.
Kırmızı top küt diye yere düşüyor.
Sahilin suları vuruyor ayaklarıma. Öfkeleniyorum. Anneannem dedeme bağırıyor: ‘Çocuğa yapma şunu, biraz yavaş at!’
Çocuk sesleri var sahilde. Marmara Adası’ndayım. Topun peşine düşüyorum uflayıp puflayarak. Kırmızı top ona yaklaştıkça uzaklaşıyor. Bir toptan çok bir balona benziyor bu haliyle. Kendimi yenik bir oyuncu gibi görüyorum. Topu yerden alıyorum. Onu alır almaz da kasıklarımı saran mayomdan bacaklarıma doğru inen sıcaklığın rengini görüyorum. Sanki elimdeki top eriyor. Dehşetle bir ona bir de topa bakıyorum. Son bir hamleyle topu havaya doğru, bilinmeze doğru savuruyorum. Sonrasında ağlayarak anneannemin ve dedemin bulunduğu yere doğru koşuşum.
Kanıyorum ben.
Ben kanarken top havada süzülüyor.
O sese ve renge değen top, gökyüzünde dönerken, merkezinin etrafındaki çemberlerin an be an kırmızıdan turuncuya doğru kayışıyla izlenmeye değer bir biçimde savruluyor. Binlerce çemberden geçiyor top. Renkten renge giriyor. Biraz daha savrulsa topun etrafındaki dönme silsilesi, üzerinde uçtuğu deniz renginin itelemesiyle turuncudan sarıya kayabilir. Sarıdan da, kim bilir belki yeşile. Yeşilden, mümkünse, maviye... İyi günündeyse bir ışığa. Bir ışık. Bütün renkleri var eden ve emen kutsal, beyaz bir ışığa. Ve denizin içinde tümden kaybolabilir. Ama bunlar çok sonraki detaylar. Doğada erimeye yatkın bir çöp torbasının bile manasız bulabileceği türden hayali bir dönüşüm. O yüzden o kırmızı topa, o da gölgesi yüzünden en fazla kavuniçi denilebilir, dönerken.
Dönüyorum.
Büyüyorum. Regl olmuş bütün kız çocuklarının akıbetiyle.
“Şimdi nasılsınız?”
Hemşirenin ferah deniz gözlerine, yüzüne bakıyorum.
“Bir telefon etmem gerekiyor,” diyorum zar zor . “Çok hazırlıksız oldu bu, çok.” Alışveriş için çıktığım bir günde. Sen tut yığıl kal. Bu baş ağrısıyla deli miyim neyim? Oysa bu sabah kendimi daha iyi hissetmiştim. Gökyüzüne tırmanan densiz bir top gibiydim sanki. Oooo. Uç gitsin.
Olmadı. Çarşıdaydım. Tam beyaz, ışıl ışıl, fistolu bir gömleğe bakarken ışıklı bir suyun içine düşüverdim ve sırılsıklam kalıverdim.
“Biz gereken telefon görüşmelerini sizin için yapacağız. Cep telefonundaki listeden adları söylemeniz yeterli. Artık endişelenmemeye çalışın,” diyor doktor. Diyor demesine de son zamanlarda onunki kadar endişeli bir yüz görmediğimi fark ediyorum. Bunu anlamış olacak ki odadan kaçarcasına çıkıveriyor. Geride bir tek güzel hemşire kalıyor.
“Şu an telefonla konuşmamalısınız” diyor hemşire. “Sizi hemen ameliyata hazırlamamız lazım!”
“Olmaz!” diye diretiyorum. Otomatiğe bağlanmış ses tonumla yineliyorum: “Tek bir kişiyle konuşmam gerekiyor. Bu çok ama çok hazırlıksız oldu.”
“Belki de en iyisi böyledir” diyor hemşire, gözleriyle koridoru kolaçan ederek.
Yüzümü saran bir ıslaklık... Tuzlu su. İşte buyurun! A-ğ-l-ı-y-o-r-u-m.
Haydi buyurun...
Melek yüzlü oğlan ve arkadaşları Hırvatçanın “Haydi”siyle kendisini suya bırakıveren topla atlayıveriyorlar suya. Defalarca. Onların yüzünden vücudumda ıslanmadık yer kalmıyor! Sadece ben değil, onlara o sırada benim kadar yakın olan şu protez bacaklı, dedeme benzeyen adam da aynı durumda. Sırılsıklamız. Birbirimize bakıp ortak kaderimize boyun eğercesine gülümsüyoruz.
Neyse ki bu son. Suda kalıyorlar. Atlamaktan vazgeçip o küçük kırmızı topla oynamaya başlıyorlar. Etrafa bakınıyorum. Özellikle şu yanımdaki  ilginç adama. Birasını gökyüzüyle tokuşturan adam. İlerlerdeki kum sahilinde ise ikindi saati gelip çatmış, plaj ana baba günü.
Kırmızı top iz bırakmaksızın havada süzülüyor. Pürüzsüz gökyüzünden ufka kayıyor, sonra genç oğlan çığlıkları kaplıyor her yeri! Oyunun esası, dedim ya, topun yere, denize değmesine ramak kala tutulması. Oyunun adı bu. Bacvice’de büyük küçük herkes için yaz mevsimi anlamına gelebilir.
“İyice gevşeyin bakalım. Sakın kıpırdamayın” diyor doktor. Ne zaman geri geldi? Bir yandan da hemşirenin eline tutuşturduğu yeni filmlere bakıyor çatık kaşlarıyla. Siyah bir karenin içine dolan yaşamımı izler, inceler gibi bakıyor filme. Birazdan şunu söyleyecek gibi: Gençken yaşamı daha farklı düşünürdünüz değil mi?
Elindeki filmle pek alâkası yok bu sorusunun. Sorduğu bile tartışılır. Ama ben yine de cevap vermek istiyorum. Her cevap tek bir soruya mı aittir? Değildir elbette. Tıpkı her sorunun birçok cevabı olabildiği gibi tek bir cevabın da birçok sorusu olabilir.
Dakikalardır yaslanır gibi yattığım sedyeye bu kez ölü gibi gömülüyorum. Başımın zonklaması, yeni aldığı darbeyle dalga geçercesine hiddetini artırmış durumda. Ölümün kıyısına yaklaşmak bu galiba. Hatta kıyıya çıkmak, yüzünü güneşe çevirmek ve öylece durmak.
Top sudan fırlıyor, ayaklarımın dibine kadar geliyor.
‘Hadi bakalım yakalayın, yakalayabilirseniz!’ deyip atıveriyorum topu melek yüzlü oğlan ve arkadaşlarının oraya. Ne güzel bir koy burası. Cennet.
‘Sen de amma abarttın!’ diyor bir ses. Yanımdaki protezli adam. Bana söylemiyor sanki. Yanındaki hayali birine öylesine söylercesine söylüyor bunu. Ama o hayale söylerken rüzgâr o sözleri benim için de söylenir kılıyor. ‘Gören ölüm kalım savaşı verdiğini sanır bu topla!’
Rüzgârla birlikte dönüp ona bakıyoruz.
Adamın yaşlı zihnine denk düşen yüzünde, çizgilerin içerisinde bir kaybolup bir beliren tanımsız bir özlem var.
Sonra tuhaf nakaratlı bir şarkı söylemeye başlıyor. ‘Oh, ne kadar da güzel bir gün Hırvatistan’da! Her gün her şey çok güzel bu kıyıda!’
Şarkıyı ne rüzgâr ne de ben biliyoruz. Bunun hiçbir önemi yok. Gerçekten de burası müthiş bir koy. Kıyının öte tarafında hepimize yetecek kadar ışık var. Bu yakada ise biz varız. Hangi dünyada ne kadar gerçeğiz?
Bunları ben söylüyorum.
Gülüyor. ‘O kadar da değil!’ diyor adam.
Bence o kadar!
‘Haydi bize katıl!’ diyor.
‘Kime?’
‘Bana ve biraya, bize işte’ diyor.
‘Bilmem ki’ diyorum. ‘Gemim iki saat sonra kalkıyor!’
‘Aaa’ diye isyan ediyor. Yarı şaka yarı ciddi yine başlıyor söylemeye:
‘‘Oh, ne kadar da güzel bir gün Hırvatistan’da! Her gün her şey çok güzel bu kıyıda! Bu kadarla bitmemeli!’
‘Ben seyyar bir seyyahım’ diyorum.
‘Ne kadar zamandan beri’ diye soruyor adam.
‘Son altı aydır. O beni bırakıp gittiğinden beri.’
Susuyorum sonra.
‘Ama Split’te kalmalısın’ diyor adam. ‘Split bir duraktır.’
Saate bakıp duruyorum.
“Şimdi daha rahatsınız, değil mi?” diye soruyor hemşire. Elimi uzatıyorum evet dercesine. Resimdeki o kıyıda olmayı özlüyorum besbelli. O kıyıda olursam iyileşebilirmişim gibi geliyor bana. O kıyıdaki ben, bambaşka bir ben olarak bu anı geride bırakıp gidebilir -arkasına bakmadan. Zemine çarpmakla meşgul zihnimi başka zihinlere taşıyabilir.
Sedyenin üzerinde tavandaki beyazlığa bakıyorum şimdi. Az önce odanın bir köşesine sığışmış deniz manzarasından uzağım artık. Ama nedense hâlâ dalgaların sesini duyuyor ve yosun kokusunu hissediyorum. Bir de onun şarkısı. Yanı başımda.
Ne kadar da güzel bir gün Hırvatistan’da.
Yaşlı, güzel yüzüne bakıyorum.
‘Herkesin herkese anlatacağı iyi kötü bir geçmişi vardır,’ diyorum.
‘Aaa, bak orası doğru,’ diyor. ‘Herkesin zararsız anıları vardır, paylaşabileceği!’
Onunki Split’te doğmuş ve bu yaşına kadar hiçbir yere ayrılmamış bir yaşam muzipliğinin tortularından ibaret. Yaşamı anlatış biçimi bu, yaşamı yaşayış biçimi de.
Dün akşam seyrettiği  Türk malı bir dizide, bir kahveden etkilenmiş.
‘Türk kahvesi o!’ diyorum. 
Dizideki genç kız eve gelenlere kahve pişiriyormuş. İçine de bolca şeker koyuyormuş!
‘Neden biliyor musun?’ diye soruyorum. Kıyıdaki insanlara bakarak. Kıyının üzerinde gezdirdiği tül narinlik o sıra sıcağa yenilmek üzere.
‘Nedenmiş?’
‘Kız adamı istiyor o yüzden!’
‘Haydi be! Nasıl istiyor? Ne şekilde?’
‘İnan orası bir muamma’ diyorum, ‘inan bu işler böyle oluyor.’
‘Şeker sevgiyle mi ölçülüyor?’
Başımı sallıyorum.
‘Güzel adet’ diyor, dalga geçmiş olabileceğimden bir saniye bile şüphelenmeden.
‘Evet’ diyorum. Sonra bacağına bakıyorum. Zamanı mı? Evet. Hayır. Ne önemi var! Ve soruyorum:
 ‘Ne zaman oldu?’
‘Ne, ne zaman?’
‘Bacağın...’
‘Sonra’ diyor adam.
Protez bacağı ile bıkıp usanmadan mırıldandığı o tuhaf şarkıyı söylemeye devam ediyor. Kendisinin uydurduğundan neredeyse emin gibiyim bu şarkıyı. Şarkı  adamın peltemsi dilinde şarkılıktan çıkmış bir şey. Gülmeye başlıyorum. Bu pelteklik komiğime gidiyor.
Aramıza Bacvice’nin ılımlı, koşulsuz, zaman tanımaz dalgaları giriyor.
Ne zamandır yaşadığım yalnızlığıma çok iyi gelen dalgalar bunlar. Her şeyle dalga geçebilmenin o ulvi kıyısının dalgaları. Adriyatik, Akdeniz, tüm geçmişler, neredeyse tüm şimdiler kokan, beni tuhaf zaman tünellerine sokup, karanlıklar içerisinde bırakmak yerine ışıkları üzerime bırakan tuhaf, tuhaf olduğu kadar taze bir umudun da kıpırtılarını taşıyor içinde.
Protez bacaklı adam bir yerden sonra ısınan bedenini ona bırakacak, dalgalara.
O ve bacağı denize girecek, belki havaya atılan bir topu tutacak ve kendi geçmişini hatırlayacak. Ben de benimkisini.
“Telefon, hiç değilse bir telefon edebilseydim ona, ” diyorum. Artık beni kimse duymuyor. Beni bir tek ben duyabiliyor artık.
O, suda yüzmeye başlıyor yarım bir karabatak gibi. Tam pişmanlık duyacakken sorduğum sorudan ötürü, ona el ediyorum.
‘Picigin oynar mıydın küçükken?’ diye sesleniyorum.
‘Her Hırvat gibi, her Hırvat kadar.’ Cevabı bu. Artistik bir cevap oldu, farkında.
‘Seni tanıyorum, seni tanıyorum’ diye mırıldanıyorum.

Kırmızı topun bana uzanmasını umuyorum. Yere düşmeden yakalarsam kaldığım yerden yeni bir öyküye başlayabileceğimi biliyorum. Dalgalar beynimin içindeki kırmızı topu sarmalarken...
Onun dışarı çıkışını gözlemekten alıkoyduğum gözlerim. Kendimi duşa saklayışım geliyor aklıma. Yaşamın kaçışlarla dolu olduğuna o kadar inanmışım ki.
‘Ne o, korkuyor musun?’ diye soruyor bana.
Gözlerim havada, başka bir şeyler arıyor.
‘Yok’ diyorum, ‘Sanırım biraz sarhoşladım.’
‘Korkuyorsun!’ diyor.
‘Neden korkayım ki?’
‘Sevişmekten, ölmekten, her şeyden korkuyorsun. Bir budala gibi korkuyorsun,’ diyor.
‘Sen korkmuyor musun?’ diye soruyorum. ‘Daha bacağını bile anlatmadın bana.’
‘Nee!’ diye haykırıyor. ‘Yoksa korktuğum için anlatmadığımı mı sandın!’
Bunu derken kenara dayadığı protezini alıp havada çemberler çizmeye başlıyor.
‘Sen de korkuyorsun işte!’ diyorum.
Protezi elinde tutuyor o zaman. Dünyayı durduran sakar bir hükümdar gibi yalpalıyor.

O sırada melek yüzlü oğlanın bulunduğu yere bir ıslık çakıyor.

‘Yollaaaa!’ diye bağırıyor oğlana.
Oğlan keskin bakışlarının yayıldığı melek yüzünü saran bir tebessümle suyun içinde gerinip kırmızı topu güneşin etrafını saracak olan kırmızı bir dünya gibi fırlatıyor ona.
Top, ardına düşen kızıl çizginin Marmara Adası’nda batan akşam güneşi rengine bulanarak, çocukluğumun seslerini bana getirerek üstüme akmaya başlıyor o zaman.
‘Haydiii!’
Bu ses, bir pergel gibi kendine Bacvice’yi merkez alan ve sonra o kıyıdan bütün Adriyatik’i, derken dünyayı, derken tüm bilinmezleri tavaf etmeye hazırlanan o bedenden geliyor. Pergelin plastik bir bacağı andıran metal bacağı bütün kırmızı topların haşarı inadını bertaraf edecek güçte. Öyle ki kıyının bütün ihtişamını ve enerjisini üstünde toplamış. Öyle ki kıyı o protez bacak olmuş bir anlığına.
Protez bacakla kırmızı top havada buluşuyor. Birbirlerini bir müddet kokluyor. O koklama esnasında o protez bacaklı adam dönüp bana
‘Benimle ol’ diyor.
O akşam onunla film festivaline gidebiliriz. Amerikalı turistleri terk edip Cruise’dan iniverdiğimde, Split’e bıraktığımda kendimi, derken Splitli olduğumdaki festivalin adı olabilir bu. Fellini filmlerinin zihnimde yarattığı yaşam zevki ve o zevkle söylemek istediklerim. Hayal ettiğim yaşam hep böyle bir yaşamdı demek isteyişim. Amarcord’daki o sahil benim! O sahile vuran dalgalarla gidecek olan da.
O akşam onunla gidebilirim. Arka arkaya filmler seyredebiliriz. Fellini filmleri. Ve gemi gidebilir.
Çıkışta saray kalıntılarına varabiliriz. Eskiyi ve zamansızlığa sığınarak. İçebiliriz. Sevişebiliriz. Seviştikten sonra birbirimizi soymaktan utanmayabiliriz. Göğsündeki beyaz kıllara bir sarmaşık gibi dolanmaktan büyük keyif alabilirim bir ara. O ise omzuma yaslanabilir. Koca bir bebek gibi horlayarak uyuyabilir, salyalarını umursamaksızın.
Onunla ömrümün geri kalanını, yaşamımım beni nereye sürüklerse geçirebilirim. Her şeyi onunla yaşayabilirim.
Onu sevebilirim bile.
Kendimi de.
Korkularımı bile. Yapabilir miyim tüm bunları?
Dönüp bana bakıyor.
‘Benimle yaşa. Nereye akarsa oraya gidelim. Benimle kal.’ diyor.
Sonrası bir protez bacağın kırmızı bir topa vurması demek oluyor.
Bir irade o vuruş, öyle bir vuruş ki melek yüzlü oğlana kavuşturan kırmızı topu.

Top protez bacağın cesur temasıyla küttt diye bir ses çıkarıyor.
 ‘Dene hiç değilse.’
Adamın yere düşmeden topa verdiği cevabı derin derin soluyorum. Bir ameliyat odasında, aylarca sonra, ölüme vereceğim cevabın ilk dersi olarak, yalpalayan yeniyetme bir öğrenci gibi.
‘Benimle yaşa’ diyor.
‘Yaşayamam.’
Melek yüzlü oğlanın elindeki top, derin bir dalgınlığın adı oluyor. Her şeyin adını unuturken, sadece baş ağrılarımı hatırlarken bilebildiğim bir ad. O top yukarlardayken gördüğüm karşı kıyının adı. Denizin rengi. Geçmişin sesi. Yapamadılarım. Kaçtıklarım. Dedemle anneannemin kahkahaları. Belki bir protez bacağın izi.
Top yere doğru süzülüyor.
‘Benimle yaşa.’
Bir telefon edebilseydim. Sesini duyabilseydim. Tuhaf bir kahve kokusuna karışan sahil.
Bir ışık selinin içindeyim artık.

Nema komentara:

Objavi komentar