O melek yüzlü
oğlan. Kafamı o karıştırıyor. O ve arkadaşları, ellerinde bir top, sürekli
havaya atıp duruyorlar onu. Top yere düşmemeli, denize çarpmamalı. Oyunun esası
bu. Picigin. Her çarpış ise yeniden başlanılan bir oyuna gebe. Oyuncular aynı
kalsa da, ki bazen onlar bile değişiyor çünkü hava çok sıcak, her düşüşten
sonra açılan yeni bir sayfada yeni bir öykü mevcut. Her seferinde yeniden
anlatılacak olan, yeniden kurulacak,
yeniden başlanacak! Kırmızı bir topla birlikte protez bir bacağı takip ediyor
zihnim.
Gökyüzünden
bulunduğum yere doğru inen bu top neyin nesi şimdi ? Hangi kıyı bu? Marmara
Adası’nda mıyım, Split’teki o geniş kıyıda Bacvice’de miyim? Çocukluğum mu,
kadınlığım mı? Birileri bağrışıyor: ‘Haydi topu tut yahu, haydi!’ Bu kafa
karışıklığına neden olansa karşımdaki şu denize sarınmış olan tablo. Her yer
deniz. Kıyı sadece ince bir çizgi olarak kenara sıkışmış, sakince duruyor.
Varılan her kıyının beklediği, umduğu bir karşı kıyı vardır. Bu seferkinin
BEKLEDİĞİ KİM? Yaşamla ölüm arasında gidip geldiğime göre, karşı kıyı olsa
olsa...
Ölmek istemiyorum.
Ölmek istemiyorum işte!
Top hızla üzerime
doğru geliyor. Kaçamıyorum.
“Biraz rahatlamaya
çalışın artık” diyor doktor. “Doğru yerdesiniz merak etmeyin.”
Sakince durup
beklediğimi sanıyordum oysa! Doktor şefkatle bana seslenmeye devam ediyor:
“Gevşemeye çalışın.” Sonra oyun başlıyor. “Beyin kanaması geçiriyorsunuz!” Sesi
çok net. Anlayışlı ve yakın olmaya çalışan bir ses. Günlerdir baş ağrılarıyla
yaşadığım kabusun son aşamasındayım demek ki. Aklım nedense onun sözlerinde
değil, az önce verdikleri gevşetici sayesinde zihnimde gezinen o melek yüzlü
oğlanda. Onun ve arkadaşlarının sürekli suya atladığı kıyıda. Bir de...
“Ölecek miyim?”
İçinde bulunduğum
odada bana hem bir kıyıyı hem de kıyıdaki oğlanları hatırlatan şu tablonun
oyunu bu. Sorudaki kaybolmuşluğum. Tablodaki o sahil yüzünden! O tablonun kara
kalem çalışılmış olmasından, ak ve karalığından. Ölecek olmamdan değil ölüme
hazır olmamamdan da.
“Ölümü düşünmeyin
şimdi. Küçük sayılabilecek bir kan pıhtısı olabilir. Onu, nasıl desem, kırmızı
bir top olarak düşünün !” diye mırıldanıyor doktor.
Genç çocukların
kahkahaları şakaklarımda dolaşıyor. Ses olarak değil rüzgâr olarak.
Bir şeyler
mırıldanıyorum. “Anlıyorum” gibisinden şeyler. Yine de tam olarak ne dediğimi
ben bile anlamış değilim!
Açık olan bir şey
var. Galiba gidiciyim!
Bu cümle içime
tuhaf bir huzur veriyor. Doktorun sözlerindeki tınıya değil, o kan pıhtısının
yuvarlaklığına dalıp gidiyorum.
“Kırmızı bir top,”
diye tekrarlıyorum onu, kendimi biraz daha toparlamaya çalışarak.
Geçmişin içinden
bir kırmızı top sekerek üzerime geliyor.
O geçmişte yaşlı
bir adamın eski bir kıyıda attığı topu tutamayışımı seyrediyorum aval aval. Top
üstümden geçip gidiyor. Biraz ilerde, o muhteşem kumsalda anneannem var. ‘İkiz
tepeler’ diye dalga geçtiğimiz siyah afili mayosuna sakladığı memeleri ve beyaz
boyacı şapkasıyla tıknefes kalmış soluğunu sakinleştirmeye çalışıyor. Az önce
Marmara’nın pırıltılı sularında yüzme yarışı yaptık onunla. Benim gibi annesi
babası ayrı, yalnız bir toruna her anı dolu dolu geçirmesi için peş peşe
numaralar sıralamaktan vazgeçmiyorlar, o ve dedem. Dedemin bir ayağı felçli,
zor yürüyor; anneannem nefes darlığı çekiyor ama kimin umurunda! Biri bitiriyor
oyunu, diğeri devreye giriyor. On üç yaşındayım. ‘Haydi tut şu kırmızı topu bu
sefer!’ diye bağırıyor dedem.
“Evet kırmızı bir
top. Ama artık konuşmayın!” diyor doktor.
Kırmızı top küt
diye yere düşüyor.
Sahilin suları
vuruyor ayaklarıma. Öfkeleniyorum. Anneannem dedeme bağırıyor: ‘Çocuğa yapma
şunu, biraz yavaş at!’
Çocuk sesleri var
sahilde. Marmara Adası’ndayım. Topun peşine düşüyorum uflayıp puflayarak. Kırmızı
top ona yaklaştıkça uzaklaşıyor. Bir toptan çok bir balona benziyor bu haliyle.
Kendimi yenik bir oyuncu gibi görüyorum. Topu yerden alıyorum. Onu alır almaz
da kasıklarımı saran mayomdan bacaklarıma doğru inen sıcaklığın rengini
görüyorum. Sanki elimdeki top eriyor. Dehşetle bir ona bir de topa bakıyorum. Son
bir hamleyle topu havaya doğru, bilinmeze doğru savuruyorum. Sonrasında ağlayarak
anneannemin ve dedemin bulunduğu yere doğru koşuşum.
Kanıyorum ben.
Ben kanarken top
havada süzülüyor.
O sese ve renge
değen top, gökyüzünde dönerken, merkezinin etrafındaki çemberlerin an be an
kırmızıdan turuncuya doğru kayışıyla izlenmeye değer bir biçimde savruluyor. Binlerce
çemberden geçiyor top. Renkten renge giriyor. Biraz daha savrulsa topun
etrafındaki dönme silsilesi, üzerinde uçtuğu deniz renginin itelemesiyle
turuncudan sarıya kayabilir. Sarıdan da, kim bilir belki yeşile. Yeşilden,
mümkünse, maviye... İyi günündeyse bir ışığa. Bir ışık. Bütün renkleri var eden
ve emen kutsal, beyaz bir ışığa. Ve denizin içinde tümden kaybolabilir. Ama
bunlar çok sonraki detaylar. Doğada erimeye yatkın bir çöp torbasının bile manasız
bulabileceği türden hayali bir dönüşüm. O yüzden o kırmızı topa, o da gölgesi
yüzünden en fazla kavuniçi denilebilir, dönerken.
Dönüyorum.
Büyüyorum. Regl
olmuş bütün kız çocuklarının akıbetiyle.
“Şimdi
nasılsınız?”
Hemşirenin ferah
deniz gözlerine, yüzüne bakıyorum.
“Bir telefon etmem
gerekiyor,” diyorum zar zor . “Çok hazırlıksız oldu bu, çok.” Alışveriş için
çıktığım bir günde. Sen tut yığıl kal. Bu baş ağrısıyla deli miyim neyim? Oysa
bu sabah kendimi daha iyi hissetmiştim. Gökyüzüne tırmanan densiz bir top
gibiydim sanki. Oooo. Uç gitsin.
Olmadı.
Çarşıdaydım. Tam beyaz, ışıl ışıl, fistolu bir gömleğe bakarken ışıklı bir
suyun içine düşüverdim ve sırılsıklam kalıverdim.
“Biz gereken
telefon görüşmelerini sizin için yapacağız. Cep telefonundaki listeden adları
söylemeniz yeterli. Artık endişelenmemeye çalışın,” diyor doktor. Diyor
demesine de son zamanlarda onunki kadar endişeli bir yüz görmediğimi fark
ediyorum. Bunu anlamış olacak ki odadan kaçarcasına çıkıveriyor. Geride bir tek
güzel hemşire kalıyor.
“Şu an telefonla
konuşmamalısınız” diyor hemşire. “Sizi hemen ameliyata hazırlamamız lazım!”
“Olmaz!” diye
diretiyorum. Otomatiğe bağlanmış ses tonumla yineliyorum: “Tek bir kişiyle
konuşmam gerekiyor. Bu çok ama çok hazırlıksız oldu.”
“Belki de en iyisi
böyledir” diyor hemşire, gözleriyle koridoru kolaçan ederek.
Yüzümü saran bir
ıslaklık... Tuzlu su. İşte buyurun! A-ğ-l-ı-y-o-r-u-m.
Haydi buyurun...
Melek yüzlü oğlan
ve arkadaşları Hırvatçanın “Haydi”siyle kendisini suya bırakıveren topla atlayıveriyorlar
suya. Defalarca. Onların yüzünden vücudumda ıslanmadık yer kalmıyor! Sadece ben
değil, onlara o sırada benim kadar yakın olan şu protez bacaklı, dedeme
benzeyen adam da aynı durumda. Sırılsıklamız. Birbirimize bakıp ortak
kaderimize boyun eğercesine gülümsüyoruz.
Neyse ki bu son. Suda
kalıyorlar. Atlamaktan vazgeçip o küçük kırmızı topla oynamaya başlıyorlar.
Etrafa bakınıyorum. Özellikle şu yanımdaki
ilginç adama. Birasını gökyüzüyle tokuşturan adam. İlerlerdeki kum
sahilinde ise ikindi saati gelip çatmış, plaj ana baba günü.
Kırmızı top iz
bırakmaksızın havada süzülüyor. Pürüzsüz gökyüzünden ufka kayıyor, sonra genç
oğlan çığlıkları kaplıyor her yeri! Oyunun esası, dedim ya, topun yere, denize
değmesine ramak kala tutulması. Oyunun adı bu. Bacvice’de büyük küçük herkes
için yaz mevsimi anlamına gelebilir.
“İyice gevşeyin
bakalım. Sakın kıpırdamayın” diyor doktor. Ne zaman geri geldi? Bir yandan da
hemşirenin eline tutuşturduğu yeni filmlere bakıyor çatık kaşlarıyla. Siyah bir
karenin içine dolan yaşamımı izler, inceler gibi bakıyor filme. Birazdan şunu
söyleyecek gibi: Gençken yaşamı daha farklı düşünürdünüz değil mi?
Elindeki filmle
pek alâkası yok bu sorusunun. Sorduğu bile tartışılır. Ama ben yine de cevap
vermek istiyorum. Her cevap tek bir soruya mı aittir? Değildir elbette. Tıpkı
her sorunun birçok cevabı olabildiği gibi tek bir cevabın da birçok sorusu
olabilir.
Dakikalardır
yaslanır gibi yattığım sedyeye bu kez ölü gibi gömülüyorum. Başımın zonklaması,
yeni aldığı darbeyle dalga geçercesine hiddetini artırmış durumda. Ölümün
kıyısına yaklaşmak bu galiba. Hatta kıyıya çıkmak, yüzünü güneşe çevirmek ve
öylece durmak.
Top sudan
fırlıyor, ayaklarımın dibine kadar geliyor.
‘Hadi bakalım
yakalayın, yakalayabilirseniz!’ deyip atıveriyorum topu melek yüzlü oğlan ve
arkadaşlarının oraya. Ne güzel bir koy burası. Cennet.
‘Sen de amma
abarttın!’ diyor bir ses. Yanımdaki protezli adam. Bana söylemiyor sanki.
Yanındaki hayali birine öylesine söylercesine söylüyor bunu. Ama o hayale
söylerken rüzgâr o sözleri benim için de söylenir kılıyor. ‘Gören ölüm kalım
savaşı verdiğini sanır bu topla!’
Rüzgârla birlikte
dönüp ona bakıyoruz.
Adamın yaşlı
zihnine denk düşen yüzünde, çizgilerin içerisinde bir kaybolup bir beliren
tanımsız bir özlem var.
Sonra tuhaf
nakaratlı bir şarkı söylemeye başlıyor. ‘Oh, ne kadar da güzel bir gün
Hırvatistan’da! Her gün her şey çok güzel bu kıyıda!’
Şarkıyı ne rüzgâr
ne de ben biliyoruz. Bunun hiçbir önemi yok. Gerçekten de burası müthiş bir
koy. Kıyının öte tarafında hepimize yetecek kadar ışık var. Bu yakada ise biz
varız. Hangi dünyada ne kadar gerçeğiz?
Bunları ben
söylüyorum.
Gülüyor. ‘O kadar
da değil!’ diyor adam.
Bence o kadar!
‘Haydi bize
katıl!’ diyor.
‘Kime?’
‘Bana ve biraya,
bize işte’ diyor.
‘Bilmem ki’
diyorum. ‘Gemim iki saat sonra kalkıyor!’
‘Aaa’ diye isyan
ediyor. Yarı şaka yarı ciddi yine başlıyor söylemeye:
‘‘Oh, ne kadar da
güzel bir gün Hırvatistan’da! Her gün her şey çok güzel bu kıyıda! Bu kadarla
bitmemeli!’
‘Ben seyyar bir
seyyahım’ diyorum.
‘Ne kadar zamandan
beri’ diye soruyor adam.
‘Son altı aydır. O
beni bırakıp gittiğinden beri.’
Susuyorum sonra.
‘Ama Split’te
kalmalısın’ diyor adam. ‘Split bir duraktır.’
Saate bakıp
duruyorum.
“Şimdi daha
rahatsınız, değil mi?” diye soruyor hemşire. Elimi uzatıyorum evet dercesine.
Resimdeki o kıyıda olmayı özlüyorum besbelli. O kıyıda olursam
iyileşebilirmişim gibi geliyor bana. O kıyıdaki ben, bambaşka bir ben olarak bu
anı geride bırakıp gidebilir -arkasına bakmadan. Zemine çarpmakla meşgul
zihnimi başka zihinlere taşıyabilir.
Sedyenin üzerinde
tavandaki beyazlığa bakıyorum şimdi. Az önce odanın bir köşesine sığışmış deniz
manzarasından uzağım artık. Ama nedense hâlâ dalgaların sesini duyuyor ve yosun
kokusunu hissediyorum. Bir de onun şarkısı. Yanı başımda.
Ne kadar da güzel
bir gün Hırvatistan’da.
Yaşlı, güzel
yüzüne bakıyorum.
‘Herkesin herkese
anlatacağı iyi kötü bir geçmişi vardır,’ diyorum.
‘Aaa, bak orası
doğru,’ diyor. ‘Herkesin zararsız anıları vardır, paylaşabileceği!’
Onunki Split’te
doğmuş ve bu yaşına kadar hiçbir yere ayrılmamış bir yaşam muzipliğinin
tortularından ibaret. Yaşamı anlatış biçimi bu, yaşamı yaşayış biçimi de.
Dün akşam
seyrettiği Türk malı bir dizide, bir
kahveden etkilenmiş.
‘Türk kahvesi o!’
diyorum.
Dizideki genç kız
eve gelenlere kahve pişiriyormuş. İçine de bolca şeker koyuyormuş!
‘Neden biliyor
musun?’ diye soruyorum. Kıyıdaki insanlara bakarak. Kıyının üzerinde gezdirdiği
tül narinlik o sıra sıcağa yenilmek üzere.
‘Nedenmiş?’
‘Kız adamı istiyor
o yüzden!’
‘Haydi be! Nasıl
istiyor? Ne şekilde?’
‘İnan orası bir
muamma’ diyorum, ‘inan bu işler böyle oluyor.’
‘Şeker sevgiyle mi
ölçülüyor?’
Başımı sallıyorum.
‘Güzel adet’
diyor, dalga geçmiş olabileceğimden bir saniye bile şüphelenmeden.
‘Evet’ diyorum.
Sonra bacağına bakıyorum. Zamanı mı? Evet. Hayır. Ne önemi var! Ve soruyorum:
‘Ne zaman oldu?’
‘Ne, ne zaman?’
‘Bacağın...’
‘Sonra’ diyor
adam.
Protez bacağı ile
bıkıp usanmadan mırıldandığı o tuhaf şarkıyı söylemeye devam ediyor. Kendisinin
uydurduğundan neredeyse emin gibiyim bu şarkıyı. Şarkı adamın peltemsi dilinde şarkılıktan çıkmış
bir şey. Gülmeye başlıyorum. Bu pelteklik komiğime gidiyor.
Aramıza
Bacvice’nin ılımlı, koşulsuz, zaman tanımaz dalgaları giriyor.
Ne zamandır
yaşadığım yalnızlığıma çok iyi gelen dalgalar bunlar. Her şeyle dalga
geçebilmenin o ulvi kıyısının dalgaları. Adriyatik, Akdeniz, tüm geçmişler,
neredeyse tüm şimdiler kokan, beni tuhaf zaman tünellerine sokup, karanlıklar
içerisinde bırakmak yerine ışıkları üzerime bırakan tuhaf, tuhaf olduğu kadar
taze bir umudun da kıpırtılarını taşıyor içinde.
Protez bacaklı
adam bir yerden sonra ısınan bedenini ona bırakacak, dalgalara.
O ve bacağı denize
girecek, belki havaya atılan bir topu tutacak ve kendi geçmişini hatırlayacak.
Ben de benimkisini.
“Telefon, hiç değilse
bir telefon edebilseydim ona, ” diyorum. Artık beni kimse duymuyor. Beni bir
tek ben duyabiliyor artık.
O, suda yüzmeye
başlıyor yarım bir karabatak gibi. Tam pişmanlık duyacakken sorduğum sorudan
ötürü, ona el ediyorum.
‘Picigin oynar
mıydın küçükken?’ diye sesleniyorum.
‘Her Hırvat gibi,
her Hırvat kadar.’ Cevabı bu. Artistik bir cevap oldu, farkında.
‘Seni tanıyorum,
seni tanıyorum’ diye mırıldanıyorum.
Kırmızı topun bana
uzanmasını umuyorum. Yere düşmeden yakalarsam kaldığım yerden yeni bir öyküye
başlayabileceğimi biliyorum. Dalgalar beynimin içindeki kırmızı topu
sarmalarken...
Onun dışarı çıkışını
gözlemekten alıkoyduğum gözlerim. Kendimi duşa saklayışım geliyor aklıma.
Yaşamın kaçışlarla dolu olduğuna o kadar inanmışım ki.
‘Ne o, korkuyor
musun?’ diye soruyor bana.
Gözlerim havada,
başka bir şeyler arıyor.
‘Yok’ diyorum,
‘Sanırım biraz sarhoşladım.’
‘Korkuyorsun!’
diyor.
‘Neden korkayım
ki?’
‘Sevişmekten,
ölmekten, her şeyden korkuyorsun. Bir budala gibi korkuyorsun,’ diyor.
‘Sen korkmuyor
musun?’ diye soruyorum. ‘Daha bacağını bile anlatmadın bana.’
‘Nee!’ diye haykırıyor.
‘Yoksa korktuğum için anlatmadığımı mı sandın!’
Bunu derken kenara
dayadığı protezini alıp havada çemberler çizmeye başlıyor.
‘Sen de
korkuyorsun işte!’ diyorum.
Protezi elinde tutuyor
o zaman. Dünyayı durduran sakar bir hükümdar gibi yalpalıyor.
O sırada melek
yüzlü oğlanın bulunduğu yere bir ıslık çakıyor.
‘Yollaaaa!’ diye
bağırıyor oğlana.
Oğlan keskin
bakışlarının yayıldığı melek yüzünü saran bir tebessümle suyun içinde gerinip
kırmızı topu güneşin etrafını saracak olan kırmızı bir dünya gibi fırlatıyor
ona.
Top, ardına düşen
kızıl çizginin Marmara Adası’nda batan akşam güneşi rengine bulanarak,
çocukluğumun seslerini bana getirerek üstüme akmaya başlıyor o zaman.
‘Haydiii!’
Bu ses, bir pergel
gibi kendine Bacvice’yi merkez alan ve sonra o kıyıdan bütün Adriyatik’i,
derken dünyayı, derken tüm bilinmezleri tavaf etmeye hazırlanan o bedenden
geliyor. Pergelin plastik bir bacağı andıran metal bacağı bütün kırmızı
topların haşarı inadını bertaraf edecek güçte. Öyle ki kıyının bütün ihtişamını
ve enerjisini üstünde toplamış. Öyle ki kıyı o protez bacak olmuş bir anlığına.
Protez bacakla
kırmızı top havada buluşuyor. Birbirlerini bir müddet kokluyor. O koklama
esnasında o protez bacaklı adam dönüp bana
‘Benimle ol’
diyor.
O akşam onunla film festivaline gidebiliriz. Amerikalı
turistleri terk edip Cruise’dan iniverdiğimde, Split’e bıraktığımda kendimi,
derken Splitli olduğumdaki festivalin adı olabilir bu. Fellini filmlerinin
zihnimde yarattığı yaşam zevki ve o zevkle söylemek istediklerim. Hayal ettiğim
yaşam hep böyle bir yaşamdı demek isteyişim. Amarcord’daki o sahil benim! O
sahile vuran dalgalarla gidecek olan da.
O akşam onunla gidebilirim. Arka arkaya filmler
seyredebiliriz. Fellini filmleri. Ve gemi gidebilir.
Çıkışta saray kalıntılarına varabiliriz. Eskiyi ve
zamansızlığa sığınarak. İçebiliriz. Sevişebiliriz. Seviştikten sonra birbirimizi
soymaktan utanmayabiliriz. Göğsündeki beyaz kıllara bir sarmaşık gibi dolanmaktan
büyük keyif alabilirim bir ara. O ise omzuma yaslanabilir. Koca bir bebek gibi
horlayarak uyuyabilir, salyalarını umursamaksızın.
Onunla ömrümün geri kalanını, yaşamımım beni nereye
sürüklerse geçirebilirim. Her şeyi onunla yaşayabilirim.
Onu sevebilirim bile.
Kendimi de.
Korkularımı bile. Yapabilir miyim tüm bunları?
Dönüp bana
bakıyor.
‘Benimle yaşa. Nereye
akarsa oraya gidelim. Benimle kal.’ diyor.
Sonrası bir protez
bacağın kırmızı bir topa vurması demek oluyor.
Bir irade o vuruş,
öyle bir vuruş ki melek yüzlü oğlana kavuşturan kırmızı topu.
Top protez bacağın cesur temasıyla küttt diye bir ses çıkarıyor.
‘Dene
hiç değilse.’
Adamın yere düşmeden topa verdiği
cevabı derin derin soluyorum. Bir ameliyat odasında, aylarca sonra, ölüme
vereceğim cevabın ilk dersi olarak, yalpalayan yeniyetme bir öğrenci gibi.
‘Benimle yaşa’ diyor.
‘Yaşayamam.’
Melek yüzlü oğlanın elindeki top, derin
bir dalgınlığın adı oluyor. Her şeyin adını unuturken, sadece baş ağrılarımı hatırlarken
bilebildiğim bir ad. O top yukarlardayken gördüğüm karşı kıyının adı. Denizin
rengi. Geçmişin sesi. Yapamadılarım. Kaçtıklarım. Dedemle anneannemin
kahkahaları. Belki bir protez bacağın izi.
Top yere doğru süzülüyor.
‘Benimle yaşa.’
Bir telefon edebilseydim. Sesini
duyabilseydim. Tuhaf bir kahve kokusuna karışan sahil.
Bir ışık selinin içindeyim artık.
Nema komentara:
Objavi komentar